‘İnsan soyu nice felaket gördü’

Ümran Avcı – Yangınları, kaçışları, uğultulu sessizliği resmediyor. Bir savaş filmi izletiyor âdeta. Bomba seslerinin insan çığlıklarına, ölülerin sağlarla birbirine karıştığı hikâyede acının ve felaketin her türlüsü yaşanıyor. Bilge yaşlılar, “Ölüm hep kendi gelmeli, biz kendi ellerimizle getirmemeliyiz” dese de tersi oluyor. 

Kıyametin tanıkları

Hikâyenin anlatıcısı adının anlamı ‘yol gösteren, rehber’ anlamına gelen Rayber. Rayber’in yürüdüğü yollar hep çıkmaza, ölüme varıyor. Yaşananlara kendi gözleri mi tanıklık ediyor, işittiği kendi sesi mi karıştırıyor. Yaşıyor mu ölü mü, bu dünyada mı yoksa başka bir âlemde mi bilmiyor. Bu bilinmezlik yüzünden bazen birinci tekil şahıs olarak duyuyoruz sesini, bazen ise üçüncü tekil şahıs. Zamanla işi kalmıyor artık yaşamla. Kendine yabancılaşıyor, bellek yitimleri yaşıyor, sayıklıyor, hatırlıyor, mırıldanıyor. Başından ne geçmişse sanki başkasının başından geçmiş gibi anımsıyor. Dünyalar arasında gidip gelen Rayber için her şey anlamını kaybediyor: “O yüzden çıkılan yol, inilen yolla bir oluyor, alınan mesafe alınmayan mesafe ile eşit oluyor.”

Romanda “Dünya çok değişti, lakin bana öyle geliyor ki hiçbir şey değişmedi” denilerek acıların tekerrürüne, kötülüğün doğurganlığına atıfta bulunuluyor. Peki ama yaşananlar neden yaşandı, nasıl yaşandı, gerçek ne? Romandaki yakıcı anlatım, gerçekleri nasıl görmezden geldiğimizle yüzleştiriyor: “Gerçek sokağın ortasına atılmış, kimsenin dönüp bakamadığı, beş kuruş etmez bir şeydir. (…) Gerçeklere sırt çevirdiğimizden mi, herkes evire çevire kendi gerçeğini anlattığı için mi en büyük kusurumuz yüzleşememek bizim…”

Hikâyenin başlarında “Her şeyi böylesine çarçabuk eskiten bir dünya nasıl bir dünyadır? Belimizi büktü, bizi paçavraya çevirdi, perişan sersefil zebun edip bir kenara attı” diye anlatılıyor dünya. İlerleyen sayfalarda ise “Dünya insanın sürekli gözüne, burnuna, kulağına her deliğine, gözeneğine tıpkı kulağa kaçan su gibi kaçıyordu” ifadeleriyle dertten, kederden kaçışın olmadığına vurgu yapılıyor. Peki acının tanığı olan hangi organa vermeliyiz birinciliği? Yaşları kuruyan gözlere mi, sözcükleri doğrultamayan dile mi, sızlayan tene mi, atmaktan utanan yüreğe mi?

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir